Mezar taşlarındaki tarihler iki rakam arasına sıkışmış hayatların sessiz tanıklarıdır. Ama o iki rakam arasındaki çizgi, yalnızca doğum ve ölüm arasındaki zaman dilimini mi temsil eder? Belki de o çizgi, bizim göremediğimiz bir yaşama biçiminin kapısını aralar. Çünkü kimi zaman bir anı, bir fotoğraf, bir mektup ya da sadece bir isim bile, ölen birini yaşatmaya devam eder. Hafızalarımızda, rüyalarımızda, dillerimizde… Belki de asıl yaşamak hatırlanmaktır, kim bilir...
Toplumlar, ölülerine ne kadar değer veriyorsa, geleceğine de o kadar özen gösterir. Çünkü ölüleri yaşatmak, sadece mezarlarına çiçek bırakmak değildir. Onların fikirlerini, emeklerini, hayallerini sürdürebilmektir. Bir çocuğun okul çantasındaki isim etiketi bazen yıllar önce yaşamış dedesinin adını taşır. Bir öğretmen, vefat etmiş bir meslektaşının yöntemini uygular sınıfta. Bir yazar, ölmüş bir filozofun cümlesinden yola çıkarak yeni bir düşünce üretir. Ölüm, yalnızca bedensel bir yok oluş olabilir ancak yaşamak, fikirlerin, duyguların ve anlamların sürekliliğidir.
Kimi ölüler, dirilerden daha canlıdır. Mesela Sokrates. Ölümle tehdit edildiğinde “Korkmayın, ruh ölümsüzdür” demişti. Zehir dolu kadehi eline aldığında, ölmek için değil, yaşamanın ne olduğunu göstermek için içmişti onu. Beden gidebilir ama düşünce kalır. O düşünce ki, yüzyıllardır bizi sarsar, şekillendirir, yönlendirir. Sokrates’i yaşatan Platon’dur, Platon’u yaşatan Aristoteles… Ve belki de şimdi bu cümleleri okuyan sensin, onlara bir nefes daha veren.
Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”si gelir aklıma. Her gidişin içinde bir kalış vardır. Her ölüm, geride kalanlarda bir yaşama biçimine dönüşür. Bir eşyanın üzerinde kalmış parmak izi, bir kitap arasından düşen kurumuş yaprak, eski bir ajandanın köşesinde duran tarih... Her biri, birinin hâlâ bizimle olduğunu fısıldar. Belki de ölüm, sadece başka bir odaya geçmek gibidir. Bizim göremediğimiz ama hâlâ yanımızda olan bir odanın içinden, zaman zaman kalbimizi tıklatan o görünmeyen varlıklar...
Bazen bir şarkı çalar radyoda, birinin gözleri dolar. O an ölen biri yaşamaya başlar. Ya da bir kitap açılır, altında eski bir not: “Bu sayfayı çok sevmiştim.” Kim bilir, belki de geçmişte yaşamış bir el, hâlâ o sayfanın kenarında duruyordur.
Unutmak, en derin mezardır. Ama hatırlamak, en ışıltılı diriliş. Bu yüzden diyorum ki, yaşamak, ölülerin de hakkıdır. Onları hatırladığımız, andığımız, onlardan öğrendiğimiz sürece…
Çünkü bazı hayatlar, toprakla değil, sessizlikle değil, inkârla değil sadece unutulduklarında gerçekten ölürler.