Bazı sözler vardır, insanın zihninde yankılanır durur. Ne tam olarak kimin söylediğini bilirsiniz ne de neden sizi bu kadar etkilediğini. “Tuhaf zamanlarda yaşayasınız” da onlardan biri. Kimi, bu sözün kadim bir Çin bedduası olduğunu söyler. Kulağa oldukça masum gelen bu ifade, aslında büyük bir sarsıntının habercisidir. Huzurun, sıradanlığın ve durağanlığın kıymetini, ancak onun yokluğunda anlarız.

Gerçekten de yaşadığımız çağ, tuhaf zamanların tam ortasında salınan bir sal gibi. Ne tam anlamıyla yerleşik bir düzene sahibiz ne de yıkımın eşiğindeyiz. Bir yandan yapay zekâ insan zihnini taklit ederken, öte yandan insanlar basit bir selamı bile dijital emojilere indirgemiş durumda. Teknolojik olarak ileri, ahlaki olarak geride, bilgiye erişimde güçlü, hakikate ulaşmada zavallı bir insanlık.

Geçmişe dönüp bakınca, tuhaf zamanların hep var olduğunu fark ederiz. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Orta Çağ karanlığı, Fransız Devrimi’nin fırtınaları, iki büyük dünya savaşı… Her biri, kendi döneminde yaşayanlar için dayanılmaz ölçüde tuhaftı. Fakat tuhaf olan yalnızca olayların kendisi değil, o olaylar karşısında insanın duruşuydu. Tıpkı Albert Camus’nün “Veba” romanındaki Doktor Rieux gibi; insanlar, anlam arayışının içinde debelenirken, hayatı bir çeşit etik duruşla yaşamaya çalıştılar.

Bizim çağımızda ise tuhaflık, artık olağan hale gelmiş durumda. Öyle ki, bir trajediye şahit olunca değil, bir süre hiçbir felaket yaşanmadığında “Acaba bir şeyler mi oluyor?” diye düşünmeye başlıyoruz. Haberler sanki bir kıyamet habercisi gibi her gün biraz daha karanlık. Savaşlar, göçler, iklim krizleri… Her biri ayrı bir sınav, her biri birer alarm sesi.

Fakat işin garibi şu. Bunca karmaşa içinde hâlâ anlam arıyoruz. Tıpkı Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki o isimsiz adam gibi, “Ben hasta bir adamım… Alıngan bir adamım…” diye başlayan iç döküşlerinde olduğu gibi, içimizdeki boşluğu anlamla doldurmaya çalışıyoruz. Belki de en büyük tuhaflık burada başlıyor. Anlamın parçalandığı bir dünyada, insanın anlam üretme çabasında.

Yine de tuhaf zamanlarda yaşamak bir lanet değil, bir sorumluluktur. Çünkü insan, sıradan zamanlarda değil, çalkantılarla sınandığında kim olduğunu keşfeder. Tıpkı 1940’larda Auschwitz’in gölgesinde Viktor Frankl’ın yazdığı gibi: “İnsanın elinden her şeyi alabilirsiniz ama son özgürlüğünü —her durumda nasıl davranacağına karar verme özgürlüğünü— asla.” İşte bu yüzden, yaşadığımız zamanın tuhaflığı, belki de bize en gerçek benliğimizi sunan bir aynadır.

Bazen düşünüyorum, belki de tuhaf zamanlarda yaşamak, bizi sıradanlıktan kurtarmak için bir davettir. Rutinin, konforun, otomatikleşmiş hayatların dışına çıkmak için bir çağrıdır. Zira büyük filozofların, şairlerin ve bilge insanların çoğu, böylesi zamanlarda ortaya çıkmıştır. Çünkü tuhaf zamanlar, düşünmeyi mecbur kılar. Ve düşünmek, başlı başına bir direniştir.

Sonuç olarak, “Tuhaf zamanlarda yaşayasınız” sözünü bir beddua değil, bir meydan okuma olarak okuyorum artık. Bu çağ, belki de bizden daha fazla cesaret, daha fazla merhamet ve daha fazla derinlik bekliyor. Kim bilir, belki bu zamanların en büyük ihtiyacı, içten bir düşünceye, samimi bir söze ve anlamlı bir hayata duyulan özlemdir.