Sosyal Medya Arenası
Günümüzde, gerçek hayatın akışında, insanların duyarsızlığı inanılmaz bir artışa geçmişken sosyal platformlarda sergilenen duyarlı davranışlar göz dolduruyor ve aradaki çelişki insanı şoke ediyor. Birçok kişi toplumdan dışlanmak, herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmak vb. korkularla toplum içinde baskıladıkları kimliklerini sosyal platformların perdesi ardında hiçbir çekince duymaksızın sergilemekte. Soğuk ekranların karşısında insani pek çok güzelliğimiz de donmuşçasına tepkisiz bir hal aldı. Gelin sosyal medyada hakareti biraz daha derinlemesine ele alalım. Artık sabah kahvemizi gazeteyle değil, sosyal medya gündemi ile içiyoruz. Gözümüz daha uyanmadan gündeme, hatta çoğu zaman “gündem olmayan” polemiklere takılıyor. Bir kullanıcı, bir siyasetçiyi hedef almış. Bir diğeri, bir sanatçıya saydırıyor. Kimisi hakaret ettiğini bile fark etmeden birçok şey yazıyor; kimisi bile isteye klavyesini kılıç gibi savuruyor. Peki bu dijital meydanda sınır nerede başlıyor, ifade özgürlüğü nerede bitiyor?Hukukçu olarak bu sorunun cevabını hem mesleki bir merakla hem de toplumsal bir sorumlulukla arıyorum. Çünkü bu çizgi yalnızca hukukla ilgili değil; aynı zamanda bireye duyulan saygıyla, kültür seviyesiyle, hatta medeniyet düzeyiyle ilgili.
Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi “Hakaret” suçunu düzenliyor. Bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek, suç sayılıyor. Bu maddede “herkesin görebileceği aleni bir yerde” yapılırsa cezanın artırılacağı da belirtilmiş. Sosyal medya tam olarak bu “aleni yer” tarifine uyuyor.Ama hemen burada bir durup düşünelim. Diyelim ki bir vatandaş bir kamu görevlisini sert biçimde eleştiriyor. “İşini yapmıyor, halkı düşünmüyor” diyor. Bu hakaret mi? Hayır. Bu, birifade özgürlüğüdür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yerleşik kararları da gösteriyor kikamu görevlileri, kamuya açık görevleri nedeniyle daha geniş eleştiri sınırlarına tabidir. O ince çizgi, kişinin onuruna yönelik doğrudan saldırı ile kamusal eleştiri arasında belirir. Ancak pratikte bu çizgi çoğu zaman bulanık. Birçok vatandaş bu farkı bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Ve bazen, ifade özgürlüğü kisvesi altında yapılan paylaşımlar, bir başkasının kişilik haklarını zedeleyebiliyor. Öte yandan, bazı davalarda da tam tersi oluyor: İfade özgürlüğü kapsamındaki sözler “hakaret” gibi değerlendirilip, bireyler soruşturmaya uğruyor. Özellikle mizahın, taşlamanın ve siyasi hicvin bu denli geniş yer bulduğu bir dijital dünyada, yargının bu alanı dikkatle değerlendirmesi şart.
Sosyal medya ne yazık ki “anlık öfke” platformuna dönüşmüş durumda. Oysa orası da kamusal bir alan. Nasıl ki sokakta birinin yüzüne karşı söyleyemeyeceğimiz şeyler varsa sosyal medyada da önce bir durup düşünmek gerekiyor. Yazdığımızın hukukî, ahlakî ve insani bir karşılığı var mı? Belki de dijital çağda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, “yavaş düşünmek”. Paylaş tuşuna basmadan önce birkaç saniye durmak, “Ben bunu sokakta bağıra bağıra söylesem başıma ne gelirdi? Ben nasıl biri olurdum?” diye sormak…
Hukuk bir denge sanatıdır. Ve bu denge, sadece mahkemelerde değil, önce her bireyin vicdanında başlar ve sonlanır.
Küçük Bir Not:
Söz hakkı kutsaldır. Ama söz, sorumsuzca düşünmeksizin söylendiğinde sadece boş bir gürültüye dönüşür. Gelin, dijital dünyada birbirimize karşı biraz daha nazik, biraz daha bilinçli olalım. Fikir ayrılığı saygıya engel değil; aksine, doğru tartışma zemininin en güzel göstergesidir. İfade özgürlüğüne, fikir ayrılıklarına alan tanıyarak zenginleşelim, gelişelim.