Ne Çok Şeye İhtiyacımız Yok Aslında
Bazı sabahlar hiçbir şey istemiyorum. Ne kahve, ne haber, ne de bir ses. Sadece pencereyi aralayıp içeri sızan rüzgârın yüzüme çarpmasını bekliyorum. Çünkü fark ettim ki, ne çok şeye ihtiyacım yok aslında.
Bir zamanlar dolabımda daha çok kıyafet, kitaplığımda daha çok kitap, telefonumda daha çok bildirim olsun istiyordum. Her şey çoğaldıkça ben eksildim. Raflara sığmayan eşyalardan çok, içime sığmayan bir yorgunluk taşıdım. Sahip oldukça ağırlaştım. Oysa ben hep hafiflemek istemiştim.
Bir gün, kalabalığın tam ortasında yalnız kaldığımı fark ettim. İnsan çok sesin içinde bile sessizleşebiliyormuş meğer. Ve o an anladım. Aslında ihtiyacım olan şey, birkaç gerçek dost, sırtımı yaslayabileceğim bir sandalye ve içine gökyüzü sığan bir pencereymiş. Gerisi gürültü.
Bir çocuğun elini tutmak kadar yalın bir mutluluk yetebiliyor bazen. Eşinin omzuna başını koymak, akşamın serinliğinde yürümek, sobada patates pişirmek, çayın ilk yudumu… Tüm bunlar, binlerce liralık hediye paketlerine, lüks restoranlara, gösterişli cümlelere ağır basıyor. Çünkü samimiyetin ambalaja ihtiyacı yok.
Zamanla şunu da öğrendim. Her isteğin arkasında bir eksiklik hissi var. Ve çoğu zaman o eksiklik, bir şeyle değil, bir hiçlikle dolabiliyor. Susmayı, beklemeyi, vazgeçmeyi öğrendikçe, asıl ihtiyaçlarım şekil değiştirdi. Bir kalbin içinde yer bulmak, bir ağacın altında soluklanmak, bir kelimenin içinde barınmak…
Artık daha az şeyim var. Daha az eşya, daha az insan, daha az beklenti. Ama daha çok huzurum var. Çünkü anladım ki, sadeleşmek yalnızca dolapları değil, ruhu da ferahlatıyor.
Ve şimdi bir fincan sade kahveyle, bir kitabın sararmış sayfalarında kaybolduğum bir öğle vakti, kendi kendime gülümsüyorum. Ne çok şeye ihtiyacımız yok aslında.