Az Çoktur
Az çoktur. Bunu ilk duyduğumda bir çelişki gibi gelmişti. Çünkü zihnim hep daha fazlasını aramaya koşullanmıştı. Daha çok eşya, daha çok söz, daha çok bilgi… Oysa bir gün anladım ki, hayatı taşıyan şey çoğun değil özünmüş. Fazlalıklar arasında boğulurken asıl değerli olanın, seçilmiş birkaç şeyde saklı olduğunu fark ettim.
Bir defterim var, yıllardır yanımda taşırım. İçinde sayısız not, taslak, kırık dökük cümleler var. Ama dönüp baktığımda, bana yön veren sadece birkaç satır olmuş. Onlar benim yolumu aydınlatmış. Diğerleri ise yalnızca gürültü. İşte o zaman “az”ın aslında “çok” olduğunu, niceliğin değil niteliğin hayatı anlamlı kıldığını daha iyi kavradım.
Bir sofrada da böyledir. Önüne dizilmiş onlarca yemeğin tadını ayırt edemezsin. Oysa sade bir tabak çorba, yanında sıcak bir ekmek, belki küçük bir salata… İşte gerçek doygunluk orada gizlidir. Karnını doyururken kalbini de dinlendirir.
Kalabalıklar arasında da aynı şey geçerli. Binlerce insanla tanışabilirim ama beni asıl besleyen, belki de bir avuç dostun varlığıdır. Onlarla geçirilen kısa bir sohbet, yüzlerce yüzeysel görüşmeden çok daha derindir.
Şimdi biliyorum: Az, bir eksiklik değil, bir arınma biçimi. Fazlalıkları atınca, hayatın özü kendini gösteriyor. Ve insan, kendi içinde daha derin bir “çokluk” keşfediyor.
Az çoktur. Çünkü hayatı sadeleştirdikçe aslında çoğalıyoruz.