Meşgul Bir Yalnızlık
Bu odada, masamın başında, dışarıdaki hayatın uğultusuna kulak vermeden yaşadığım anlar benimkisi. Penceremden görünen, akşamın çökerken boyadığı bulutlar ve usul usul yanmaya başlayan lambalar. İçeride ise ben ve zihnimin bitmek bilmeyen humması. Buna yalnızlık diyorlar, evet, ama öyle sıradan, boş ve hüzünlü bir yalnızlık değil. Benimkisi meşgul bir yalnızlık.
Bu yalnızlık, bir kaçış değil, bir buluşmadır. İnsanın kendi kendisiyle randevusudur. Dışarıda koşturan, gülen, birbirine seslenen insanların arasından sıyrılıp kendi içimin sınırsız dünyasına açılan bir kapı. Bu kapıdan girerken üzerimden attığım, başkalarının beklentileri, gündelik telaşlar ve yapaylıklar. İçeride, masanın üzerindeki kitaplar, yarım kalmış cümleler, bir fincan kahvenin buharına karışan düşünceler var. Meşgulüm. En hakiki meşguliyetimle yani kendimle.
Burada, yalnızlığın sessizliği, aslında en gürültülü seslerin çıktığı yerdir. Bir düşünce patlar, bir anı canlanır, bir hayal dalgası her yeri kaplar. Kalemimin kâğıt üzerinde çıkardığı ses, dünyanın en karmaşık senfonisinden daha deruni gelir kulağıma. Bu meşguliyet, bir boşlukta sallanmak değil, tam tersine, her saniyesi dolu, her anı hesaplanmış, her duraklaması bile kıymetli bir faaliyettir. Kendi zihnimin atölyesinde, kendi kelimelerimle bir şeyler inşa etmekle meşgulüm.
Bazen bir kitabın sayfaları arasında kaybolurum. Öyle bir kayboluştur ki bu, aslında bulunuşun ta kendisidir. Başka bir zihnin labirentlerinde dolaşırken kendi labirentimin haritasını çıkarırım. O yazar, yüzyıllar öncesinden veya kilometrelerce uzaktan bana bir ipucunu uzatır. Ben de onu tutar, kendi gerçekliğimin karanlık odalarını aydınlatmak için kullanırım. Bu diyalog, bu sessiz sohbet, kalabalık bir salondaki herhangi bir diyalogtan katbekat doludur.
Pencereye vuran yağmur damlaları bile bu meşgul yalnızlığın bir parçasıdır. Onlar da kendi işlerini yaparlar aslında. Cama vurur, süzülür, kaybolurlar. Ben de öyle. Kendi içime vurur, orada süzülür ve bazen kendi derinliklerimde kaybolurum. Bu kayboluştan her seferinde yeni bir fikir, yeni bir his, yeni bir cümleyle çıkarım. Bu, bir nevi yeniden doğuştur.
Dışarıdan bakan, bu halime acır belki. “Yapayalnız,” der. Oysa ben, o an, hiç olmadığım kadar kalabalığımdır. Geçmişteki benler, şimdiki ben, olmak istediğim ben, okuduğum karakterler, yazmak istediklerim... Hepsi bir arada, bu sessizliğin içinde bir şölene dönüşür. Bu yalnızlık, bir eksiklik değil, bir tercihtir. Ruhun kendi sesini duyabilmesi için gerekli olan mesafedir.
Meşgul bir yalnızlık, modern dünyanın armağan ettiği nadir lükslerden biridir. Sürekli bir bağlantı halinde, sürekli bir gürültünün ortasında yaşarken, bu bilinçli kopuş ve içe dönüş, bir arınma, bir nefes alma biçimidir. İnsan, ancak kendiyle baş başa kaldığında, gerçekten “olabilir”. Gürültüde kaybolur; sessizlikte inşa ederiz kendimizi.
Ve ben, bu meşgul yalnızlığımın ortasında, kendime yeten, kendiyle barışık, kendi dünyasının mimarı bir insan olarak, bir kez daha anlıyorum. Asıl korkulacak olan, kalabalıkların içindeki o derin, o sarsıcı yalnızlıktır. Benimki ise, dolu dolu, şenlikli ve üretken bir mola. İçimdeki cennetin sessiz çığlığı.