Sınanmamışlığın Kibri
Henüz fırtına görmemiş bir geminin direği her rüzgârda mağrur durur. Ben de zaman zaman böyle gemilere benzediğimi fark ediyorum. Hayat, beni sınamadığında kendimi güçlü sanıyorum. Halbuki insanın dayanıklılığı, sessiz limanlarda değil, azgın dalgalarla ölçülür.
Bazen kendimi camdan yapılmış bir kulede buluyorum. Dışarıdaki rüzgârı görüyor ama hissetmiyorum. Yağmur camı dövüyor, ben ıslanmıyorum. Ve bu kuru hâlimi olgunluk sanıyorum. Oysa henüz rüzgârın yönünü bile bilmiyorum. İşte sınanmamışlığın kibri tam da burada başlıyor. Dokunulmamış olmanın verdiği sahte bir bilgelikte.
Kendini hiç kaybetmemiş birinin “dirayet”ten bahsetmesi kolaydır. Başına gelmemiş bir acının ağırlığı üzerine hüküm vermek de öyle. Sınanmamışlık, sanki bir tür kusursuzluk yanılsaması yaratır. Kırılmamış bir kalp, başkalarının kırıklarını anlamakta zorlanır. O yüzden bazen alçakgönüllülüğün en saf hâli, “Ben de henüz denemedim” diyebilmekte gizlidir.
Kibir, çoğu zaman bilgiyle değil, dokunulmamışlıkla beslenir. Yoksulluk görmemişin cömertliği, hastalık tatmamışın şükrü, kayıp yaşamamışın sabrı hep teoriktir. Ben de fark ediyorum ki yaşamadığım acılara uzaktan akıl verirken aslında kendi boşluğuma sesleniyorum.
İnsan, sınanmadığı konuda sessiz kalmayı öğrenmeli. Çünkü sınanmamışlık, bir imtiyaz değil, geçici bir muafiyettir. Gün gelir, herkesin sırası gelir. Ve o gün geldiğinde, bütün o yüksekten bakan sözler, insanın dilinde acı bir yankıya dönüşür.
Bence olgunluk, sınanmayı beklemeden tevazu gösterebilmektir. Çünkü fırtına gelmeden direği eğmek, gemiyi batırmaz, aksine dalgalarla dans etmeyi öğretir.