ÇAĞRI
Kadının biri, kucağındaki çocuğuyla birlikte bir mağaranın önünden geçer. İçeriden gelen bir ses kulağına çalınır;
“İçeri gir ve ne istersen al, ama en mühim olanı unutma! Ayrıca çıktıktan sonra kapının bir daha asla açılmayacağını da bil. Bu fırsatı kaçırma, içeri gir ama mühim olanı unutma…”
Kadın mağaraya girer ve büyük bir servetle karşılaşır. Yığınla altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak büyük bir hırsla mücevherleri toplamaya başlar.
Bu sırada o esrarengiz ses yine duyulur;
“Yalnız sekiz dakikan var…”
Sekiz dakika çabuk geçer. Kadın toplamış olduğu kıymetli taşlar ve altınlarla birlikte mağaranın dışına koşar ve kapı kendiliğinden kapanır. Bu sırada çocuğunu içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama iş işten çoktan geçmiştir. Ağlamak, sızlamak, dizini dövmek, saçını başını yolmak fayda vermez.
Kapı bir kere daha açılmamak üzere kapanmıştır.
Arzularımızın peşinde koşarken sevdiklerimizi yakınlarımızı ihmal ettiğimiz, arka planda tuttuğumuz zamanlar oluyor. Önem, öncelik sırasını unutuyoruz evet. Peki başka kimi unutuyoruz?
Bir kaç gün önce alternatif bir terapi yöntemi olan aile dizimi çalışmasına katıldım. Son yıllarda popüler olan bu çalışma da kişi aşamadığı bir konuyu, dizimi yönetecek olan danışmana anlatıyor. Danışman konunun ilişkili olduğu düşündüğü kişileri listeliyor. Orada bulunan temsilcilerinden o kişilerin rollerine bürünecek kişiler seçiliyor ve terapi başlıyor. Benim bu deneyimde ise en çok dikkatimi çeken temsil edilen kişilerin içinde kişinin hem kendisi hem de bir çocukluğunun ayrı bir kişi olarak bulunmasıydı. İşte sanırım biz yaşarken en çok bu ayrıntıyı kaçırıyor ve en çok kendimizi unutuyoruz. Göz sadece aynada kendini görebiliyor.
Doğduğumuz ve bebekken olduğumuz öz, saf, duru halimiz bize dünyadan bir şey katılıncaya kadar ki, zihin bu oyuna dahil oluncaya kadar ki halimiz, içimizde bir yerlerde büyümeden duruyor. Bizimle yaşıyor.
Hayatımızı onun da bizimle olduğunu ve onun hiç büyümediğini farkederek yaşasaydık nasıl yaşardık?
İki yaşlarında bir çocuk düşünün. Onun yanında biriyle kavga ederimiydiniz. Onun yanında korku filmi izlemeydiniz. Örneğin açsınız ve o an bir şeyler yeme imkanınız yok bunun sıkıntısına girer miydiniz yoksa onun da aklına açlık gelmesin diye onu oyalamaya mı çalışırdınız. Onun varlığı sizi daha güçlü, daha düşünceli, daha hassas yapmaz mıydı?
Hayat Güzeldir adında bir film vardı. Filmde küçük çocuğuyla birlikte ölüm kampına getirilmiş bir adam hikaye edilmişti. Adam çocuk olan biteni anlamasın diye her şeyi ona farklı lanse ediyor ve olup biteni bir oyunmuş gibi aktarıyordu. Kötü ve sıkıntılı durumları neşe içinde güzel şeylermiş gibi sunduğundan çocuk filmin sonuna kadar nerede neden yaşadıklarından haberdar olmadı. Bu kandırmaca adama da iyi geliyordu çünkü bir amacı vardı; o çocuğa farklı bir gerçeklik sunmak. Hislerini dışarda ki olabilcek en zor şartlar altında bile muhafaza etmek.
Adam, duygularını ondan hiç bir şeyin alamayacağını, eğer korumayı başarırsa şartlar ne olursa olsun gülümseyebileceğini film boyunca kanıtladı. Ve bunu o çocuğu korumak adına başarmıştı. Muhtemelen tek başına olsaydı kamptaki diğerleri gibi günlerini çektikleri eziyeti ilikleri kadar hissederek geçirecekti.
Bakmak zorunda olduğumuz o çocuğun farkına varmazsak, sorumluluğunu üzerimize almazsak onu terapiden terapiye taşımak zorunda kalırız.
Aile dizimi çalışmasında katılan herkes içinde ki çocuğu iyileştirmek adına oradaydı. Hepimizin yaşı kırkın üstünde olmasına rağmen çocuk gibi ağladık, olanlara çocuk gibi tepkiler verdik, çocuk gibi utanmadan, gurur olmadan, birbirimizden çekinmeden içimizden geçeni söyledik. İçimizde ki çocuklara onları korumayamadığımız, haklarını gözetemediğimiz zamanların acısını akıtması için izin verdik. İçimizden çıktılar anlattılar, ağladılar bir büyük gözüyle dünyadan bakarsak olabildiğince saçmaladılar. Ben terapi başladığında aramızda hiç yetişkin görmedim. Bitene kadar da yoktular.
Hepimizin içinde bir küçük çocuk var. İlk versiyonumuz en saf halimiz. Onu şu an olduğun kişiyle korkutma ya da arana aşılmayacak mesafeler koyma. Dışarda ki dünyaya onunla karışırsam o olarak karışırsam beni ezerler bana zarar verirler onu saklama.
Kimse o saflıkta birine zarar vermez, veremez. O çocuk ol ve yeni tanıştığın birine benim hakkımda ne düşünür demeden ağız dolusu gülümse. Biri üzgünse git sarıl çekinme. İlk kez tanışacağın birine elinde çiçeklerle git, yuvası hissettir kendini. Birini yolcu ederken iki elinle birden çocuk gibi yürekten el salla, yolculuğu ayrılmış gibi değil kavuşmuş gibi geçsin. İçinde ki çocuğu bırak o seninle hareket etsin.
Çocuklar, güler, koşulsuz güvenir, sevgi duyar, alınmaz, yargılamaz. Yetişkin halinle yaşa, çocuk halinle hisset. Yapamıyorsan sen onu mağarada unutmuşsundur. Kapatmışsındır üstüne kapıyı.
İçimde ki çocuğun içinde ki çocuğa bir çağrısı ve söyleyecekleri var;
Siz yetişkinler çok sıkıcısınız, hep bir derdiniz sıkıntınız var. Hep güvensiz tetiktesiniz. Hep ne olacak derdindesiniz. Düşünceli aynı zamanda çok da düşüncesizsiniz. Kızgınsınız, öfkelisiniz. Boş verin bunları gelin oynayalım. Sadece sekiz dakikamız var.