Saatler Boyunca Başka Saatleri Bekleriz
İnsan, hiçbir zaman bulunduğu anı tamamıyla kucaklayamaz. Ya geçmişin gölgesindedir ya da geleceğin ihtimallerinde. Beklemek, bu yüzden doğamızdadır. Huzur ararken bir akşamı, aşkı beklerken bir mesajı, özgürlüğü beklerken bir günü iple çekeriz. Beklemek, her ne kadar pasif bir eylem gibi görünse de aslında içinde çok şey barındırır. Umut, endişe, özlem ve bazen de korku.
Beckett’in Godot’yu Beklerken’indeki karakterler gibi, neyi beklediğimizi tam olarak bilmeden bekleriz çoğu zaman. Çünkü beklemek, boşluk hissini doldurmanın bir yoludur. Bir şeyin geleceğine inanmak, şu anın anlamsızlığını daha katlanılır kılar. Ne var ki beklediğimiz an geldiğinde, çoğu kez aradığımızın o olmadığını fark ederiz. Ve böylece, başka bir saati beklemeye koyuluruz. Döngü sürer gider
Saatin tik takları arasında kaybolurken, anı kaçırırız çoğu zaman. An, elimizde bir kelebek gibi titrerken biz, onu kafese koyup sonsuza dek saklayabileceğimizi sanırız. Oysa zaman, ne durur ne geri döner. Her bekleyiş biraz eksiltir bizi. Her gelen saat, bir öncekini yutar.
Belki de bu yüzden çocukluk zamanlarıyla şimdiki saatler arasında uçurumlar vardır. Çocukken saatlerin farkında bile olmayız. Çünkü beklemeden yaşarız. An’ı tüketiriz, tadını çıkarırız. Büyüdükçe, saatleri hesaplamayı öğreniriz. Dakikaları sayar, randevuları kovalar, teslim tarihlerini not ederiz. Zaman artık bir dost değil, bir denetleyici olur. Beklemek ise bir mahkûmiyet.
Peki, saatler boyunca başka saatleri beklemekten vazgeçebilir miyiz? En azından, beklerken gözümüzü kapatmadan etrafımıza bakmayı, o anın sesini, kokusunu, yükünü hissetmeyi öğrenebiliriz. Çünkü hayat, beklediğimiz şeyler kadar, beklerken kaçırdıklarımızdan da ibarettir.
Ve belki de en kıymetli saat, ne beklediğimiz ne de geride bıraktığımızdır. Sadece şu andır.